14 Mayıs 2013 Salı

HALİL CİBRAN

''Dostum...
 Güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana    bakma....
 Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de...
 Unutma; yolcu değişir, yol değişir ama menzil değişmez.
 Yolcuya bakıp, yolunu tanıma.
 Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver. 


 Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil;
 Asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır;
 Yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal...
"En doğru yol: en dikensiz yoldur" diyenler seni aldatıyorlar.
 Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini, sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.
 Aldırma....

Ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir.
Dikenine katlanmaktan söz edenler, aşıkmış gibi davrananlardır.
Gerçek aşık olanlarsa, dikenini de sever.
Dostum, yollar yürümek içindir.
Fakat, şu gerçeği de hiç unutma:
Yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir.
Yol boyunca; yola çıkıp da yürümeyenleri,
yola oturup, gelen-geçenin ayağına çelme takanları,
yoldan metafizik uyuşturucularla keyif çatanları,
tel örgülerle çevirdiği yolu kendisine zindan edip volta atanları,
maratona 100 metre koşucusu gibi hızlı gidip, 50.metrede yola yatanları,
yürüyüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce, yolculuk üzerine zor atanları,
yürümeyi bırakıp, yol-yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları,
ayağına batan tek bir dikenin faturasını çıkarıp, ömür boyu tafra satanları,
beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp bakıp dağıtanları,
yanlış kılavuzlara kızıp yolu satanları göreceksin...Göreceksin dostum... 

Aldırma, yürü. 
Göğsüne yüreğinden başka muska takma. 
Vahiy haritan,
Nebi kılavuzun, 

Akıl pusulan,
İman sermayen,
Amel azığın,
Sevgi yakıtın,
Ahlâk karakterin,
Edep aksesuarın,
Merhamet sıfatın,
Şeref ve izzet adın olsun.

Doğru yol: 

İnsanların çoğunun gittiği yol değildir, düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur.
Yolda vereceğin her molayı öz eleştiri durağında vermelisin.
Unutma, tevbe özeleştiridir.
Her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman olmaman için elzemdir.

Yön tayini sık sık gerekli olabilir. 
"Haritayı saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir unutma...'
 
Yukarıdaki sözlerin sahibi Halil Cibran; Kahlil Gibran ve Khalil Gibran olarakta bilinir. 6 Ocak 1883 yılında Lübnan’da doğdu. 10 Nisan 1931 yılında, uzun süredir yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak yalnızlık ve yoksulluk içinde Newyork' da öldü. Arzusu üzerine, doğduğu yer olan Bsharri köyüne gömüldü. Kendisi; ressam, filozof ve şairdir. Aynı zamanda da; 20. yüzyılın 2. yarısında Batı dünyasının en çok sözünü ettiği Doğulu şair ve düşünür olmuştur.

Halil Cibran'ın en ünlü eserlerinden biri olan ve ilk kez 1923 yılında basılan Nebi adlı eseri, toplam 26 adet şiirden oluşan bir karma şiir denemeleri kitabıdır. El Mustafa adındaki bir kahinin 12 sene kaldığı Orphalese şehrinden ayrılıp evine gitmek üzereyken bir grup halk tarafından durdurulması ve ana kahraman ile halk arasında insanlık ve hayatın genel durumu hakkında geçen konuşmalar kitabın kendisini oluşturmaktadır.Cibran'ın bu kitapta El Mustafa isimli şahsa verdiği bu isimle peygamber Muhammed'i işaret ettiğini iddia edenler vardır. Fakat kitaptaki metinler çoğunlukla Matta'ya göre İncil'in 5. bölümünde yer alan İsa'nın Dağdaki Vaaz'ıyla içerik ve üslup açısından benzerlik ve paralellik gösterir. Yazarın İnsanoğlu İsa adlı kitabındaki çalışmalar da dikkate alınırsa El Mustafa'nın Meryemoğlu İsa Mesih olabileceği iddiaları daha da güç kazanmaktadır. Nihayetinde “Göğsümün bir yanında İsa, diğer yanında ise Muhammed oturur” sözü de Cibran’a aittir.

“Sırtını güneşe çevirirsen, gölgenden gayrı bir şey göremezsin. Onlara güneşi işaret ettim, onlar parmaklarıma baktılar.”

Mehcer Edebiyatı’nın kurucularından olan Cibran, Amerika’da aynı zamanda kendisi gibi Arap olan edebiyatçı ve sanatçılarla birlikte “Golden Circle” yani Altın Halka isminde bir Arap birliği kurmuştu fakat birliğin çalışmaları, toplantıları uzun soluklu olamamıştı.
“Dudaklarımı kutsal ateşle yıkadım, aşktan bahsetmek için.” demiştir Halil Cibran...
İlk ve karşılıklı aşkı olan Selma Karamy ile yaşadığı yasak aşkın son perdesinde sevgilisinin mezarına kapanıp ağlayan Cibran’ın aşkları da kendine özgüydü. 1912’den ta ki vefat ettiği tarih olan 1931’e kadar, kendisi gibi bir Arap edebiyatçı olan Nasıra doğumlu Mey Ziyade hanımefendi ile büyük bir aşk yaşadı. Her ikisi de bir araya gelebilecek imkanlara sahip olmalarına rağmen, okuduğumuz mektuplarında da şahitlik ettiğimiz bu yüce aşka rağmen (veya bu yüce aşktan dolayı) ne birbirlerinin sesini duymuşlar ve ne de bir kez olsun bir araya gelmişlerdir. Zahiri anlamda sadece mektuplarla iletişim kurmuşlardı. Cibran’ın vefatından sonra Ziyade hanımefendi bir süre psikolojik tedavi görmüş ve sonrasında da ruhsal durumu bir türlü eskisi gibi olamamıştır.
 
Cibran’ın Nietzsche’ye olan ilgisinin yanında, her ikisinin de hayatı incelendiğinde, maalesef bu her iki müstesna insanın da rahatsız bir ruha sahip olduğunu ve hayatlarını sıkıntıyla ve hastalıklarla boğuşarak noktaladığını görebiliyoruz. Cibran, hayranlarıyla buluştuğu bir gün ansızın gelen ağlama krizinin ardından, bir süre sonra kanser olduğunu öğrenmekle birlikte doktorların yasaklamasına rağmen alkol tüketimini artırır ve sürecin daha da hızlı işlemesine sebep olur.
Öyle ki New York sosyetesi “Halil Cibran Şiir Geceleri” düzenleyip şampanyalar patlatırken o, “tapınağım” dediği ve hem sanatsal faaliyetleri için ve hem de evi olarak kullandığı dairede, başucunda Mihail Nuayme ile ölümü bekliyordu.
 
Çetin Altan’ın da sık sık Hewingway’dan alıntı yaptığı gibi “mutlu bir çocukluk geçirmiş kişi, edebiyatçı olmaz” gerçeği Cibran’ın hayatında da çıkar karşımıza. Babasıyla yaşadıkları sorunlar neticesinde çok küçük yaşlarda annesiyle Boston’a gelmek zorunda kalan Cibran hayatının hiçbir döneminde düzenle bir aile yaşantısına sahip olmamıştır. Ne evlat ve ne de aile babası olarak.

Yalnızlığı çok sevmiştir her dem. Ki zamanın ve mekanın ötesine eserler bırakan, ismi sonsuza dek yaşayacak olan nice faninin gölgesi ve arzusu olmuştur yalnızlık. Cibran da, etrafını kuşatan nice kalabalığa rağmen “ruh” anlamında yalnız bir insandı. Belki de bundan dolayı bir yazısında “Acaba Tanrı bana acıyıp da bir sağırlık hediye etmez mi!” diye serzenişte bulunmuştur.
 
48 yaşında yumdu gözlerini ve geride yüzlerce tablo ile sekizi İngilizce, sekizi de Arapça yazılmış olmak üzere tam 16 eser bıraktı. Hep bir şiire benzettiği Lübnan’da yaşamak istiyordu ileriki yıllarda. Bu dünyadan erken yaşta ayrılmasaydı belki de o da sırdaşı ve dostu olan Mihail Nuayme gibi bir asırlık bir hayat yaşayacak ve Quadicha Vadisi kenarında, sedir ormanlarının çevirdiği ve içerisinde İştar ile Nasıralı İsa’nın resimleri olan tapınaklara yakın bir evde münzevi bir hayat sürecekti.

“Öleceğim ve ruhum bir süre dinlenecek ve sonra bir kadın gebe kalacak bana ve yeniden dünyaya geleceğim.”

Sürgün hayatı vefatından sonra da devam etti. Doğduğu ve anasının atalarının din adamlığı yaptığı ve kendisinin aforoz edildiği kiliselere sahip bu ülkenin Bhserri Köyü yakınlarındaki Quadicha Vadisi’ne bitişik Mar Sarkis Manastırına gelen cenazesi, önce birkaç sene başka kiliselerde bekletildikten sonra, buraya getirilebildi. Fakat sürgünlük bununla da bitmemiş olacak ki, üzerinde “Gözlerinizi kapayın ve bakın etrafınıza, beni göreceksiniz, ben yanınızdayım.” şeklinde, kendisine ait bir cümlesi bulunan mezarından çalınan kemikleri şimdi kim bilir nerde su sürgünlük hayatını devam ettirmektedir. Meczuplar lahiti de çalmasınlar diye, mermer lahit yere zincirlenmiş şekilde tutulmaktadır şimdi.

“Gerçek dansınızı, toprak el ve ayaklarınızı geri istediğinde yapacaksınız.”
Hala hakikati seslediğinden şüphe yok Cibran’ın. Zira en son birkaç sene evvel Mısır Enformasyon Bakanlığı tarafından, kitaplarının Mısır’da satılması yasaklandı. Ama ne olursa olsun, ruhu ve gönlü Doğu’nun erdeminden, hikmetinden nasiplenmek isteyenlerin kıyamete kadar beslenebilecekleri kaynaklardan birisi olarak kalacaktır Cibran.


Sosyal paylaşım sitelerinde paylaşılan bir kaç cümlesi merak uyandırmıştı bende. Tanıma isteği duydum. 'Ermiş'i okudum ilk olarak, ruhumu okşadı... Kafamın içinde yarattığım bana ait dünyada izler bıraktı. Sonra 'Deli' ve 'Gezgin'. Her okuduğum kitabı, başka bir tanesini daha alıp okuma isteği uyandırdı bende...

 
 

 
 


30 Eylül 2012 Pazar

Viriginia WOOLF


 İnsanı diğer canlılardan ayıran en temel özellik 'bilinç' kabul edilse de çoğu otorite tarafından, gizemlerle dolu bilinçaltı her zaman çok daha cazibeli ve incelenmeye değer gelmiştir gözüme. O yüzdendir ki, psikoloji alanındaki çalışmaları sürekli sorgulanan ve eleştirilen Freud'un adı geçtiğinde akan sular durur benim için. Yine o yüzdendir ki, sanatının temelini bilinçaltına dayandıran, sürrealizmin piri Salvador Dali'nin eserlerini incelemek, anlamaya çalışmak inanılmaz bir keyif verir bana. Eğer 'Bilinç Akışı' tekniği ile hiç tanışmasaydım, bilincin de en az bilinç altı kadar ilgi çekici ve gizemli olduğunu nasıl anlayacaktım? Ve Virgina Woolf'u hiç okumasaydım, hayatımda bir eksik olduğunu nereden bilecektim?

   Onun en ilginç romanlarından biri olan ve tam da olgunluk dönemine denk gelen Mrs. Dalloway ile başladım onu okumaya. Bu o kadar da kolay olmadı elbette ki. Daha önce okuduğum hiç bir kitaba benzemiyordu, her şey çok karmaşık gibiydi. Ne yeri, zamanı, olayları ne de kişileri algılayabiliyordum. Yine de beni çeken bir şeyler vardı ki, kitabı sonuna kadar okudum ama onu anladığımı öne süremezdim. Hemen ardından  Woolf' un kendini zamanının diğer yazarlarından ayıran biçem ve yöntemi geliştirdiği, kendi tekniğine uygun en iyi eseri olan Deniz Feneri' ni okudum. Okuduğum ikinci kitabı olduğu için sanırım, bir öncekinden çok daha keyifli ve ilgi çekiciydi benim için. O yüzden de hemen ardından yazarın gerçek anlamda ilk deneysel romanı olan Jacops'un Odası'nı okudum. Ve bu son kitabıyla birlikte gerçek anlamda bir Woolf hayranı oldum.

   Dünya roman geleneğinde öncü bir rol oynamış ve modernist hareketin en önemli kişilerinden biri olarak tarihe geçmiş bu kadın kimdir? 

   1882 yılında Londra'da doğmuş İngiliz bir yazardır. Hem feminst, hem de modernist bir yazardır üstelik. Hiç okula gitmemiş ve evde eğitim görmüştür. Mensubu olduğu aile İngiltere' nin seçkin entelektüellerinden oluşmaktaydı. Babası; editör, eleştirmen ve biyografi yazarı olarak ün yapmıştı. Görkemli bir kütüphaneye sahip olması, kızı çin kendini yetiştirme fırsatı sağlamıştı. 

   Woolf, henüz dokuz yaşındayken ağabeyi Thoby ile evde 'Hyde Park Gate News' adında haftalık bir dergi çıkarmaya başlamıştı. 

   Virginia Woolf' un ailesi onun için birçok yazarın ailesinden daha önemli olmuştur, çünkü evde öğrenim gördüğü için yaşamının büyük bölümü ailesinin çevresinde dönmüştür. Henüz on üç yaşındayken annesini gripten kaybetmiş ve bu ölüm onu derinden etkilemiştir. Öyleki iki yıl sonra sinir bozukluğu ile kendini gösteren krizler ortaya çıkmıştır. Yaşadığı travma ve ağır depresyon zaman zaman kendini gösteren hayali yaratıklarla konuşma ve olmayan sesleri işitme gibi halüsinasyonlara dönüşse de, tüm bunlar hayatının tamamına yayılmamıştır.

   Babasının da ölümünden sonra yeni bir krizin eşiğine gelen Woolf'un gerçek yaşama dönmesi uzun zaman almıştır. 

   Yirmi iki yaşına geldiğinde, kardeşleri ile Londra' nın Bloomsbury semtindeki bir eve taşınması ile gerçekleşen değişiklik, Virginia Woolf için bir çıkış, bir kaçış olmuştur. Ünlü yazar bu geçiş dönemi ile ilgili sonraları şöyle demiştir: 'Resim yapmaya, yazmaya, akşamları saat dokuzda çay yerine kahve içmeye kararlıydık. Her şey yeni, her şey bambaşka olmak zorundaydı. Her şey denendi'

   Profesyonel olarak yazmaya 1905'te başlayan Woolf, 'Times Literary Supplement' e ededi eleştiriler yazıyordu. Kardeşi Thoby' nin 1905 yılında tifodan ölmesi, Woolf için yeni ve başa çıkılamaz bir şok oldu. Bu ölümden iki gün sonra ablası Vanessa' nın evlenmesiyle birlikte Virginia' nın yaşamında bir takım değişikler gerçekleşmeye başladı. Kardeşi Adrian ile birlikte, yine Bloomsbury yakınlarında bir eve taşınan Woolf, burada aydın çevrelerin yanı sıra, Londra sosyetesinin tanınmış hanımlarının da katıldığı toplantılar düzenlemeye başladı. Toplantılarda sivri dili ve açık sözlü oluşuyla öne çıkan Virginia Woolf, bu dönemde ''Times Literary Supplement' dışında, aylık olarak yayınlanan 'Cornhill' dergisine edebiyat eleştirileri yazmaya başlamıştır.

   1909' da Lytton Strachey ile nişanlanmış ama bir süre sonra anlaşamadıklarını düşündüğü için ondan ayrılmıştır. Bir yıl sonra ruhani bir çöküş daha yaşamıştır. O dönem kız kardeşi Vanessa ilk çocuğunun bakımıyla fazlasıyla meşgul olurken, kendisi de eniştesi ile flört ediyordu ve aslıda bu durum onu çok rahatsız ediyordu. Bir depresyon anında kendisi için '29 yaşında hala evlenememiş bir 'başarısız'. Üstelik çocuğu da yok üstüne üstlük, ruhen hasta ve yazar falan da değil' demiştir.

   Endişeyle yayınladığı ilk romanı 'Voyage Out' yayınlandığında otuz üç yaşındaydı. Kitabı, eleştirmenler tarafından övüldü; stiliyse zeki, kurnaz ve yaşam hırsıyla dolu bulundu.

   1912' de ağabeyi Thoby' nin arkadaşı Leonard Woolf ile tanışması hayatının dönüm noktası olmuştur. Çünkü Leonard Woolf bir ömür boyu, onun ruh sağlığının gözeticisi ve yaratıcı kişiliğinin en büyük destekçisi olacaktı. Ancak evlenmeden önce kendisine 'Beni bedensel olarak etkilemiyorsun hiç' yazacaktı Virginia. Evliliklerinin ilk yıllarında, 1913' ten 1915' e kadar, yaşamının en ağır çöküntülerinden birini geçirmiş ve intihar girişiminde bulunmuştur. Bu ruhsal bunalım o güne kadar yaşadığı en uzun ve şiddetli bunalım olmuştur. Nededi belki de kocasının, bir çok doktor ile konuştuktan sonra evliliğine çocuksuz olarak devam etme kararı vermesiydi. Oysa Virginia Woolf için bu konu çok önemliydi. Bunu yaşayamadığı için olayı başarısızlık olarak görüyor ve kendisini asla tam bir kadın gibi hissedemiyordu. Kendisine her türlü beyinsel uğraş yasaklanan Woolf, bir kliniğe yatırıldı. İyileşmeden geri döndüğü için kocasının onu tekrar kliniğe yatırma girişimlerine şiddetle karşı çıkan yazar, çareyi hayatına son verme girişiminde bulmuştu. Durumu düzelmeyince Woolf çifti biraz da Virginia’ya oyalanacağı bir uğraş bulmak kaygısıyla, 1917 yılında, adını yaşadıkları evden alan 'Hogarth Press’i kurdular.T.S.Eliot,Katherine MansfieldE.M.Forster gibi günün öncü yazarlarının şiir ve öykülerini basarak, aydın çevrelerde kendine saygın bir yer edinen yayınevi Virginia Woolf’a da yazar olarak büyük özgürlükler sağlıyordu. Bu nedenle zaman zaman taşınması zor bir yüke dönüşse de Woolf çifti bu işi sürdürdüler.

   1919 ‘da ikinci kitabı Night and Day’i yayınlayan Woolf, bu romanında alışılagelmiş kalıpları izledi. Kahramanlar, ilerleyen zaman içinde ve belirli bir olay örgüsü çerçevesinde, birbirleriyle ilişkiler kuruyorlar ve belirli çözümlere varıyorlardı. Bu iki romanın ardından Woolf’un deneyci kişiliği ön plana çıktı ve 1919 tarihli ünlü “Modern Roman” yazısında savunduğu gibi, yeni dil ve anlatım arayışlarına girişti. Bin bir izlenimden oluşan hayatı ve bu bin bir izlenimin alıcısı olan kişiyi bütün renkleriyle verebilmek için en uygun yöntem olarak bilinç akışı tekniğini benimseyen Woolf, 1922 yılında yayınladığı Jacob's Room’da bu tekniği kullanmaya başladı. 

   Aynı yıl Vita Sackville-West’le tanışan ve bir ilişki yaşamaya başlayan Woolf, kadınlara ilgisini daha önce de fark etmişti ve romanlarında bundan bahsediyordu. Bu yüzden bir klasik olan Orlando isimli romanını bir aşk mektubuyla beraber sevgilisi Vita Sackville-West'e adadı.

   1925’te okuyucuyla buluşacak olan Mrs. Dalloway, yazarın adıyla anılacak ‘bilinç akışı’ tekniğinin en başarılı örneği olacaktı. Mrs. Dalloway’i 1927’de en çok beğenilen romanı olan To The Ligthouse takip etti. Çünkü bu romanıyla kendini, zamanın öbür yazarlarından ayıran üslubunu geliştirmişti ve kendi roman tekniğine uyan en uygun yapıtını vermişti.

   1929’da A Room of One's Own‘u yayınlayan yazar, bu kitabında kadınların yazarlık ya da başka mesleklerde söz sahibi olabilmeleri için kendilerine ait bir oda ve bir gelire sahip olmaları gerektiğini savundu. Kitaba güler yüzlülük ve yaratıcılık hakimdi.1931’de yayınladığı The Waves’i yazarken Virginia Woolf, bu kitapla o güne değin hiçbir başka romancının göze alamayacağı değişik şeyleri yapmak istediğini, bu romanın o güne değin yazılan hiçbir başka romana benzemeyeceğini biliyordu. Çünkü The Waves, hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir, roman ve tiyatro oyunu gibi türlerin karışımı olacaktı.

   1937’de The Years’ı kaleme alan Woolf, savaştan ve onun yıkıcı etkilerinden oldukça fazla etkileniyordu. Lytton Strachey, Roger FryJanet Case ve Lady Ottoline Morrell’in de aralarında olduğu tüm eski dostlarını kaybeden Woolf yeni ve şiddetli bir bunalım daha yaşamaya başladı.
Bu yüzden 1939'da, II. Dünya Savaşı'nın başlamasından hemen sonra, intihar Virginia'nın çok düşündüğü bir konu olmaya başladı. Eşi Leonard Yahudi olduğu için Nazi tehlikesinden Virginia’ya oranla daha derinden etkileniyordu. Savaş artık iyice kapılarına gelmiş dayanmıştı. Londra'da Luftwaffe'nin hava saldırıları evlerinin bir bölümüyle The Hogarth Press'in bürosunu yerle bir edince Woolf çifti, büyük bir çabayla Virginia'nın babasının kütüphanesinden kalan, evlilikleri boyunca biriktirdikleri ve yayınevleri The Hogarth Press tarafından basılmış binlerce kitabı kurtarmayı başardılar.

   1941’de Between the Acts’i bitirdiğinde müsveddesini okuması için Leonard'a veren Woolf, son romanını yazarken sıkıntı çekmemiş, büyük bir keyifle yazmıştı. Ancak kitabı okuduktan sonra ondan hoşnutsuz olduğunu fark eden Woolf’un depresyonu iyice artmaya başlamıştı.
Artık okuyamayan, yazamayan ve aklını hepten yitireceğinden endişe eden, Woolf, 28 Mart 1941’de ölmeye hazır olduğunu hissetti. Biri kocası Leonard’a, diğeri orta yaşlarındaki partneri lezbiyen Vita Sackville-West’e olmak üzere iki veda mektubu yazan Woolf, bastonuyla Ouse ırmağına kadar yürüyüp ceplerine taş doldurdu. Kendini batırmaya yetecek kadar taşla dolduğunda Ouse ırmağının sularına gömülen Woolf, intiharında da kesin bir kararlılık göstermişti.

      Woolf’un eşi Leonard’a bıraktığı veda mektubunun metni şu şekildeydi;
      'Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumdan eminim. Yaşadığım o korkunç anlara geri dönemem artık. Bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım, hiçbir şeye odaklanamıyorum. Bu yüzden yapabileceğimin en iyisi olduğunu düşündüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana verilebilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim her şeyim oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım, ben olmazsam rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu bile düzgün yazamıyorum. Okuyamıyorum. Söylemek istediğim şu ki, yaşadığım her mutluluğu sana borçluyum. Bana hep sabır gösterdin, çok iyi davrandın. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Bir tek senin iyiliğinden eminim, onun dışında her şey terk etti beni. Hayatını mahvetmeye devam edemem. Birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum'.

   Benim için ise Virginia Woolf okumak;dDikenli tellerle çevrili bir arazinin etrafında dolaşmak gibiydi onu anlamaya çalışmak... Ellerimi uzatıp tam yakalayacak gibi olduğumda gözlerimin önünde dağılan bir duman gibi... Tek bir sözüyle beni yıllar öncesinde bir ana götürebiliyordu ve ben hafızamı ne kadar zorlasam da, o andan daha fazlasını hatırlayamıyordum bir türlü... Bir sırrı vardı çözemediğim, çözsem kendi sırrımı da çözmüş olacaktım eminim... Neden bu kadar zordu bu telleri aşmak, neden bu kadar can yakardı dikenler?